Mezuniyet




YÜKSEKOKUL VE TURİZM REHBERLİĞİ BÖLÜM BİRİNCİMİZ CANSU ÖZER'İN KONUŞMA METNİ




Hepiniz hoş geldiniz. Ne iyi ettiniz de geldiniz. Müteşekkiriz.

“Önce kaos vardı. Tanrının ruhu suların üzerinde hareket ediyordu. Sonra Tanrı yeri ve göğü yarattı. Yer boğucu bir karanlıkla kaplıydı; Tanrı ışık olsun istedi ve ışığı yarattı; ışığı karanlıktan ayırdı ve ona “gündüz” dedi, karanlığa ise “gece”. Tanrı tüm bunları bir günde yaptı. İkinci gün suları sulardan ayıran bir kubbe olsun istedi ve yaptı; Tanrı bu kubbeye “gök” dedi. Üçüncü günde sular Tanrının emriyle bir yere birikti ve toprak ortaya çıktı. Tanrı bu kuru toprağa “yer” adını verdi, kenara çekilen sulara ise “deniz”. O tüm bu yarattıklarından memnun oldu ve toprağın üzerinde otlar yeşertti, tohum veren sebzeler büyüttü ve meyve veren ağaçlar yükseltti; bu ağaçlar ki kendi tohumlarını üzerlerinde taşıyorlardı. O tüm bunları yarattı ve gün bitti. Dördüncü gün Tanrı zamanı belirlemek için iki büyük ışık yaptı; bunlardan en büyük olanı gündüze hükmedecekti ki o “güneş”ti, daha küçük olan ışık ise geceye hükmedecek olan “ay”dı. Tanrı bunlarla beraber yıldızları da yarattı ve yarattığı ışıkları gökkubbeye dizdi. Ertesi gün sularda balıklar, gökte kuşlar oldu ve Tanrı onlara suları ve göğü doldurmaları için çoğalmalarını emretti. İşte böylece beşinci gün son buldu. Altıncı gün Tanrı yeryüzündeki bütün hayvanları çift olarak yarattı; yerin hayvanlarını, sığırları ve sürünen hayvanları cinslerine göre var etti. Ve son olarak yarattığı tüm bu şeylere hükmetsin diye kendi suretinden insanı tekvin etti. Altıncı günün sonunda Tanrının yaratma işi son bulmuştu. Yedinci günü hiçbir iş yapmadan, dinlenerek geçirdi ve yarattıklarını seyre daldı…”

Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi ya da daha yaygın bilinen adıyla CERN’de görevli bilim insanları “Big Bang” (Büyük Patlama) teorisini açıklayabilmek için tarım arazisinin altında kilometrelerce uzanan dev makinelerde atom parçacıklarını birbirleriyle çarpıştıradursunlar, semavi dinlerde birbirine benzer biçimde tasvir edilen yaratılışa dair bu çok eski ve köklü inanç, söz konusu dinlerin mensupları arasında –küçük farklılıklarla da olsa– kabul görmektedir. Hayatın ilk kez ortaya çıkışı veya evrensel ortak atanın genetik yapısı gibi ilksel meselelere henüz tam anlamıyla çözüm getirememiş olan biyolojik evrim öğretisinin, hayatın birtakım kimyasal reaksiyonlar sonucu oluştuğunu öne sürmesinden ötürü tekvin anlayışından ziyade Big Bang’e nispeten yakın durduğu aşikârdır. Yeryüzünün ve üzerindeki tüm yaşamın Tanrı tarafından yoktan var edildiği ve insanlığın Âdem ile Havva’dan ürediği dogmasına dayanan geleneksel yaratılış inancını biyolojik evrimle bağdaştırma yolunu tutan “Allah’ın izniyle maymuna evet”çilerin öncülüğü ise bu bağlamda dikkate değer diye düşünüyorum.

Niyetim evrenin, yaşamın, insanlığın nasıl meydana getirildiğiyle ilgili bir konferans vermek yahut bu sorunsal konuya dair uçsuz tartışmaları körüklemek değil. Öyleyse bir üniversite mezuniyet töreni konuşmasında bu lafların ne işi var? Genelden özele inmekteyim; sabrınızı rica ediyorum.

Oluşumu her nasıl açıklanırsa açıklansın, dünyanın tüm evren genelinde, insanlar olarak bizimse “Yeryüzü” de denilen bu gezegene göre ufacık olduğumuzu biliyoruz. Biliyoruz ama ne kadar farkındayız; bu farkındalıkla ya da bu farkındalığı ne denli yaşıyoruz? Türümüzün tarihi boyunca gelmiş geçmiş tanıdığımız, bildiğimiz, duyduğumuz, sevdiğimiz, gönül bağladığımız herkesin; tüm sevinç ve acıların; binlerce inancın, ideolojinin, öğretinin; bütün avların ve avcıların; bütün kahramanların ve korkakların; bütün uygarlık kuranların ve yıkanların; bütün aristokratların, burjuvaların, proleterlerin; bütün âşık çiftlerin, bütün ana-babaların; bütün çocukların; bütün kâşiflerin ve gezginlerin; bütün soysuz siyasetçilerin; bütün zalimlerin; bütün yargılayan ve yargılananların; bütün işkencecilerin; bütün şöhretlerin; bütün üstün liderlerin; bütün ermişlerin ve günahkârların burada, şairin deyişiyle “mavi kadifede[ki bu] yaldız zerresi”nde yaşadığının ve yaşandığının bilincinde miyiz? Peki ya uçsuz bucaksız kâinatla karşılaştırıldığında ihtimal ki okyanusla damlanın oranından çok daha küçük kalan yeryüzünün ufacık bir parçasına hükmedebilmek için sular seller gibi kan akıtan imparatorların, padişahların, kumandanların; bu zerreciğin bir yanında oturanlar tarafından başka bir yanındakilere dur-durak bilmezcesine sergilenen gaddarlıkların, aralarındaki ezeli ve ebedi anlaşmazlıkların, birbirlerini katletme heveslerinin ve hararetli nefretlerinin? Gezegenimizin uzay denen zifiri karanlıkta yalnız başına bir nokta olduğu düşünüldüğünde, insanı en üstün varlık addederek kendimize biçtiğimiz değer ve önemin ciddi bir yanılgı, hatta ahmaklık olduğunu ayrımsıyor muyuz? Yani evrenin bize torpil geçtiği falan yok ve kim bilir bizi bizden kurtaracak olan yardım nereden, nasıl, ne zaman gelecek? Yahut gelecek mi?

Muhtemelen konudan uzaklaştığımı, kaptırıp gittiğimi düşünüyorsunuz; değil, biraz daha dayanın.

Madem bu denli “zavallı”yız, niçin önemsiyoruz ya da umursuyoruz? Bir başka deyişle “değer mi?”

Bugün bizi bu salonda bir araya getiren, görece olarak bir toz tanesi büyüklüğündeki Dünya’nın Asya denilen kıtasından “dört nala gelip […] Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket”in, Çanakkale Baba Burnunu saymazsak, en ucunda yer alan –kısrağın burnuna tekabül ediyor herhalde– okulu tamamlamış olmanın coşkusunun bir nevi ritüele dönüşmüşlüğü. Biz öğrenciler kep ve cüppe giyiyoruz, sıra sıra dizilip adlarımız okunduğunda öne çıkıyor ve âdet yerini bulsun diye hazırlanan ruloları alıyoruz ve merasimin kreşendoya varacağı “o an”ı heyecanla bekliyoruz. Siz sayın hocalar, veliler, eş-dost-akrabalar; evladınızla, ağabey / ablanızla, kardeşinizle, arkadaş / ahbap / dostunuzla, sevgili / sözlü / nişanlınız, belki karı / kocanızla, amcaoğlu / teyzeoğlu / dayıoğlunuzla; yeğeninizle gurur duyup içleniyorsunuz, gözleriniz doluyor, tören bitiminde onu bağrınıza basıyorsunuz. Facebook’ta sergilenmek üzere çekilen onlarca fotoğraf da cabası…

Bu noktada, Ortadoğu asıllı şair Halil Cibran’ın bir şiirini okumamak yazık olur; özellikle velilerden dikkatle dinlemelerini rica ediyorum:

“Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
 Onlar kendi yolunu izleyen Hayat’ın oğulları ve kızları.
 Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
 Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
 Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
 Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
 Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
 Çünkü ruhlar yarındadır,
 Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
 Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
 Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
 Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
 Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
 Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
 Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
 Okçunun önünde kıvançla eğilin
 Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
 Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.”

Sonra? Sonra ritüel bitiyor, herkes kendi yoluna gidiyor, hoş bir seda kalıyor bu salonda hepi topu. Ve istenilene varılmış oluyor… Peki amaç varıştan mı ibaret? Kimimize göre evet; ama insanı değiştiren, başkalaştıran, adamakıllı yoğuranın, varış noktasından –turizm terimiyle söyleyelim: destinasyondan– çok süreç olduğunu savunuyorum çünkü tecrübe ettim. Değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğunu, yurdun dört yanından gelen okuldaşlarım gibi Çeşme-Dalyan koridorunda anladım. Dört ya da beş sene önceki biz değiliz hiçbirimiz; olmamız da beklenemez zaten. Bu sürecin önceki okul dönemlerinden en belirgin farkı, akademisyenliği seçecek veya yeniden lisans okuyacaklar dışında bizi örgün öğrenimimizin sonuna getirmiş olması. Geçen iki hafta içinde son defa sınava girdik, bir sınıfı oluşturan bireylerle son defa bir derslikte bir araya geldik, son defa ders geçme kaygısına kapılıp final notlarımızı diken üstünde bekledik. Sonlar listesi öznelliklerimize göre illa uzar: Esdinbel veya Tan’da son cümbüş, Turgut Reis’te son bira, Bar Code’da grupça son kez felekten bir gece çalma, son halı saha maçı, Galip Baba’yla Nadire Abla’da son çiğköfte dürüm, Ayyaş Bakkal ya da Ümit Abi’yi gece yarısından sonra son ziyaret, Asucan’da atom sipariş verirken son “köri soslu mu olsun mor-beyaz mı” tereddütü…

Çoğumuz için akademik yoğunluğu ağır basan bir süreç değildi. Zorlu proje sunumlarının, uygulama veya laboratuvar sınavlarının, stajyerlik döneminin, tez yazma mecburiyetinin olmadığı bir öğrenimden geçmiş olmamız, cephede piknik yaptığımız izlenimini uyandırabilir ilk bakışta fakat Kariye Kilisesinin elliden fazla fresk ve mozaiklerinin tasvir ve hikâyelerini hatmetmemiz, “Adnan Hoca, n’olur bizi bırakma!” nidalarıyla tırnak yedirten maliye dersinden geç de olsa geçmemiz, ötücü kuşlar takımından karatavukgiller ailesi mensubu karatavuğun Avrasya’nın ılıman bölgelerinde yaygın biçimde görüldüğünün yanı sıra Yeni Zelanda ve Avustralya’da da yaşadığı bilgisiyle müfredat kapsamında karşılaşmamız, çantada keklik bir üniversite hayatı yaşadığımız savını çürütür nitelikte sanırım. Akademik çalışmalara her zaman yeterince gark olmamamızı meşru kılar mı bilmem ama periferdeki hemen her yüksekokulun kaderinde olan üvey evlat muamelesinden ve öğrencinin halinden anlamayan Çeşme esnafının –halden anlayan insaflıları tenzih ederek söylüyorum– gazabından nasibimizi aldık: “Orada bir köy var[dı] uzakta” ve o köydeki değirmen, yani eğitim-öğretim, taşıma suyla, yani kendi karşıladıkları servisle gidip gelen hocalarımızla döndürülmeye çalışıldı. Ödediğimiz gündelik bedeller, İzmir’dekilerle kıyaslanınca fahişti: ekmeğe 50 kuruş yerine 1 TL, domatesin kilosuna 1 yerine 2,5 lira, kumruya 3 yerine 6 TL, simit-çaydan oluşan kahvaltıya 75 kuruş yerine bu ikisinden yalnızca birine 75 kuruş, saç-sakal tıraşına 5 yerine 10 TL, 95 kuruşa KentKart basmak yerine dört kilometrelik mesafe için 2 lira alan ve keyfi işleyen dolmuşlar… Magazin programlarında tanıtılan Çeşme yaşamına oldukça ters, değil mi?

Artık bitti. Diplomalarımızın aslını almaya gelirken Çeşme Seyahat’e 14 TL ödeyeceğiz artık; Dalyan’a giderken Laz dolmuşçu 2 değil, 3 lira isteyecek suratımıza sırıtıp artık öğrenci olmadığımızı söyleyerek. Kışın rüzgârdan yürüyememe endişemiz olmayacak ama istisnasız her yıl bir aya uzayan “on beş tatil”imiz de olmayacak. “Esas sınav” klişesiyle tabir edilen “asıl hayat”a atılıp çarkın dişlilerinin dönmesine katkıda bulunacağız. Küçükten hayatın adil olduğuna inandırıldığımız için hayal kırıklığına uğrayacağız. Sonlar ve yeni başlangıçlar birbirini kovalayacak. Kırılan kalpler, başka kalpleri kıracak.

Öyleyse elden ne gelir? Einstein’ın bir önerisi var: “Yaşayabileceğimiz en güzel şey, gizemli olanı algılamaktır. Bu, bütün gerçek sanatın ve bilimin kaynağıdır. Bu duyguya yabancı kalanlar, durup şaşkınlık ve korkuyla karışık bir merak duymayanlar, âdeta ölü demektir.”

Teşekkür ederim.

Hiç yorum yok: